Beşiktaş’ın Hırvat teknik direktörü Slaven Bilic, bu ay GQ Türkiye’nin kapak yüzü oldu.
Antrenmandan çıkıp gelecek. Yolun başında görünüyor. Eski bir jean, oduncu gömleği ve sırt çantasıyla. Topallamasını karizmatik bulan çok, sakatken iğneyle oynamakta ısrar eden bir savaşçının yazgısı olduğunu bilen pek yok. Uzaktan fabrikayı inceliyor. Sonunda derin bir nefes alıyor ve yanımıza geliyor. Nereden baksanız altı saat sürüyor çekim. Bir düzineye yakın kıyafet giyiyor, fabrikanın en az dört-beş farklı köşesinde poz veriyor. Çekim bitene kadar etrafına ördüğü duvardan birkaç sıra tuğlayı kaldırmam gerekiyor, gün boyu rahat bırakmıyorum. Aralarda ayaküstü sohbet ediyoruz.
İstanbul’la başlıyoruz. Nerede oturduğunu soruyorum: “İstanbul’a geldiğimizde Acarkent’i gezdirdiler. Harika bir yer, evler çok güzel. Ama pencereden baktığınızda dünyanın herhangi bir yerinde karşılaşabileceğiniz bir manzaraya bakıyorsunuz. Dünya üzerinde her yer giderek birbirine benzer oldu; onları farklı kılan doğal alanları, tarihsel önemleri yok oluyor.
Benim İstanbul’dan anladığım inşaatlar, trafik, alışveriş merkezleri değil. Şu an Kandilli’de oturduğum ev, belki ilk alternatifimiz kadar modern değil ama her sabah, bir gün buralardan gidersek ailece aklımızda kalmasını istediğim görüntüyle uyanıyorum.”
Telefonu çalıyor. Arayan kızı. “Bugün okulda ilk günüydü, yanınızda konuşsam olur mu?” diye izin istiyor. Memnuniyetle. Dert büyük. “Geçen sene ilkokuldaydık, bütün derslere aynı öğretmen giriyordu. Bu sene her derse ayrı bir öğretmenin gireceğini duyunca yıkıldık. Daha ilk günden derslerin adından korktuk ve çok zor olduklarına kanaat getirdik. İsme baksana, bi-yo-lo-ji, kolay olması mümkün mü?” diyerek gündemi özetliyor.
Alani 11, Leo ise 18 yaşında. İkisi de Hırvatistan’da yaşıyor. Leo hem okuyor hem de futbol oynuyor.
Kalabalık aileleri sevdiğini öğreniyorum. “Bizim buralarda iki çocuklu aileye kalabalık denmez” diyerek sataşıyorum. Gülüyor. Bu gülüş, “gardımı aldım, buradan ilerlemeyelim” gülüşü. Ya da belki de kız arkadaşıyla birlikte hayatının ikinci baharına dair bir ipucu.
ÇOCUKLUĞUMUZDA BİR ŞEYİMİZ YOKTU AMA MUTLUYDUK
Hazır çocuklardan konu açmışken, kendi çocukluğunu soruyorum. O günleri düşündükçe hep gülümsermiş ama nedenini tam olarak bilmiyor: “Çocukluğumda pek bir şeyimiz yoktu. Ama etrafımızdaki kimsenin yoktu. O zamanlar mutlu olmak için bir şeylere sahip olmak gerekmiyordu, o yüzden mutluyduk. Bugün herkes mutsuz; sahip olamadıkları şeyler yüzünden değil, başkalarının sahip olduklarına sahip olamadıkları için.”
Cevabından yeterince tatmin olmadığımı hissediyor ve nasıl bir mahallede büyüdüğünü anlatmaya başlıyor: “Kooperatif bloklarda oturuyorduk ama çocuk parkı, okul, yüzme havuzu, basketbol sahası herkese açıktı, hiçbirine para ödemek zorunda değildiniz. Bu bize kendimizi değerli hissettirirdi. Sanırım mutlu bir çocukluk geçirmiş olmamın nedeni bu.”
Sonra “Sırada futbolcu olmaya nasıl karar verdin sorusu var galiba” diyerek gülüyor. Ona bu zevki tattıracak değilim. “Hayır; onu da, nasıl teknik direktör olmak zorunda kaldığınızı da birçok yerde anlatmışsınız, bilmeyen yok” diyorum. Esas merak ettiğim, futbolcu Bilic’in teknik direktör Bilic’in transfer listesinde kendine yer bulup bulamayacağı.
“Kötü bir futbolcu değildim, elbette güçlü yanlarım vardı. Ama bunları kendime bile söylemezdim. Çünkü o zaman güçlü yanlarınız olmaktan çıkar, zafiyetiniz haline dönüşürler. O yüzden şimdi de söylemeyeceğim. Ama yeterince hızlı olmadığımı söyleyebilirim. Hızlı olsam efsane olurdum değil mi?”
YILDIZ FUTBOLCULARDAN İYİ TEKNİK DİREKTÖR ÇIKMAZ
“Bilmem, efsane olsanız Beşiktaş’a gelir miydiniz sorusuna vereceğiniz cevapla daha çok ilgileniyorum” diyorum: “Gelmezdim. Ama bir sor, neden? Çünkü nasıl Einstein’dan iyi bir fizik öğretmeni olmazsa efsanelerden de iyi teknik direktör olmaz. Futbolun mucize çocukları, neyi nasıl yaptıklarını bilmez, oyuncularının neyi neden yapamadığını anlayamaz. İyi teknik direktörlerin hepsi, futbolculuğunda orta seviyedeki yıldızlardır.”
Haklı. Bu zaten sık tartışılan ama kolay hemfikir olunan bir konu. Efsane oyuncuların en büyük sorununun kendi yetenekleriyle oyuncularınınkini karşılaştırmak olduğu malum. Dediğine göre Bilic oyuncularını birbiriyle de, kendi futbolculuk dönemiyle de kıyaslamıyor:
“Bilinçaltımda bile yapmıyorum bu karşılaştırmayı. Futbol oynamış biri olarak ne yaşadıklarını, fiziksel yeterlilik ve yetersizliklerini anlayabiliyorum. Ben penaltı kaçırdım; penaltı kaçırmış bir oyuncunun başını önüne eğdiği anı da bilirim, onu oyundan alıp almamam gerektiğini de... Bu onları bazen herkesten daha ağır eleştirmeme, bazen haksız eleştirilerden korumama neden oluyor.”
Bu noktada, defans oyuncularından hem iyi takım kaptanı hem de iyi teknik direktör olur savında birleşiyoruz: “Nedeni basit; defans oyuncuları sahayı en iyi gören, oyunu en iyi okuyabilecekleri mevkidedirler. Takım arkadaşlarının yaptığı her hatayı kapamak zorunda oldukları için kimin neyi, nasıl yapması gerektiğini iyi bilirler.”
ESKİDE KALDI
Taraftarı kendine hayran bırakacak, her futbolcunun çalışmak isteyeceği sıra dışı bir tarzı var. Gerçi bunun artık sıra dışı olmaması gerektiğini savunuyor: “Çocuklarımızı yetiştirişimiz nasıl değiştiyse, o çocuklardan oluşan bir takımı yönetim tarzımız da değişmiş olmalı. Otoriter bir tavırla bu neslin çocuklarına istediğinizi yaptıramazsınız. Konuşurken teknik direktörünün gözünün içine bakamayan futbolcular eskide kaldı. Yeni nesil ancak bilgisine saygı duyduğu kişiden saygı gördüğünü hissederse onu lider olarak görüyor.”
Bu durumun yeni nesil oyuncular üzerinde disiplin kurmayı da, onları motive etmeyi de zorlaştırdığını konuşuyoruz. Tespiti kıymetli: “Rakibe saldırmak için değil, gol atıp takım arkadaşlarına sarılmak için sahaya çıkıyorlar. Onlara mutlu olacakları anları artırmak için neler yapmaları gerektiğini konusunda yardımcı olmak için orada olduğunuzu hissettirmelisiniz.”